İlk yazımızda ilk 2 ayımızın nasıl geçtiğini anlatmıştık. Şimdi hikayenin devamı geliyor.
Ben tabi ki bu koşuşturmanın içerisinde bile hiçbir şey yapmadan duramayacağım için havanın da güzelliğinden yararlanarak ‘Parkta Türkçe Yoga’ etkinliklerine başlamıştım. İlk duyurum sonrasında sadece 4 kişi olarak başladık fakat gittikçe artıyordu. Hem sevdiğim, bana iyi gelen şeyi insanlara yayabilmenin hem de bu sayede çok güzel insanlarla tanışabilmenin verdiği mutluluk içerisindeydim 🙂 (P.S: Hala öyleyim. Yoga her gün bana çok güzel kapılar ve güzel ruhlarla tanışabilme fırsatı veriyor. Binlerce şükür.)

Sevdiğim bir şeyi yapıyor, bir yandan Almanca öğreniyor ve bir yandan da uzun süredir yorulduğum için bu zamanı kendime verdiğim bir hediye olarak görmeye çalışıyordum. Fakat maalesef çevre baskısı ya da benim kendime yaptığım baskı ile çalışmamak, 8-5 işe gitmemek, kurumsal şirket kapısından girmemek, o güven duygusunun eksikliği ve geleceğin belirsizliği de üzerimde etkisini göstermeye başlıyordu. Çoğu zaman İstanbul’dan arkadaşlarım ve çevrem sen de sıkılıyorsundur diye de sorarak aslında sıkılmasam da farkında olmayaraktan üzerimde baskı oluşturuyorlardı.
Tüm bu endişeler ve üzerimde hissettiğim baskı ile iş başvurularına başladım. Hatta gelmeden önce kesinlikle bir daha ödeme sistemlerinde çalışmayacağım diyen ben, bir anda kendimi ödeme sistemleri şirketinde mülakat yaparken buldum. Sonrasında birkaç tane daha tam olarak istemediğim iş görüşmesi sonrasında ve hepsinden de ret alarak, daha da depresif modda hissettiğim bir gün kendime şunu sordum: ‘Gerçekten neden üzülüyorsun?’. İstemediğin bir işten ret aldım diye üzülüyordum çünkü kendimi başarısız hissediyordum. Toplum tarafından dayatılmış başarı kavramına o kadar odaklanmıştım ki istemediğim bir işten kabul alırsam başarılı olacağıma inanıyordum. Ne kadar saçma! Kendimi sevmediğim bir işe hapsetmek mi başarı olacaktı?. Kısaca söylemek gerekirse ufak bir aydınlanma anı sonrasında şu deli gibi, ne yapacağını bilmeyen, şaşırmış modumu sakinleştirip iş görüşmelerini askıya aldım ve Almanca’ya odaklandım.
Havaların soğuması ile birlikte parktaki yogalarımız maalesef bir sonraki yaza kaldı. Fakat gene yoga sayesinde tanıştığım bir dernek sahibi ile birlikte onun derneğinde yoga dersleri vermeye başladım. Dersleri verdiğim yer bir yoga stüdyosu değildi, Türkçe dersleri verilen bir sınıftı. Her ders öncesi erkenden gidip sıraları ve sandalyeleri sınıfın arkasına taşıyor, yogamızı yapıp sonrasında tekrardan sıraları yerleştirip ayrılıyorduk. Ne kadar fazla efor değil mi? Ama sevdiğin bir şeyi yüzün gülerek yapıyorsan eğer, kalbini hafifletiyorsa, koşarak gidip mutlulukla dönüyorsan, tüm efora değiyor.

West Park
Yoga ve Almanca eş zamanlı devam ederken, tam zamanlı bir iş istemediğime karar vermiştim. Ve bir gün facebookta bir grupta gezinirken parttime bir ilana denk geldim. Bir startupda haftada 8 saatlik bir pozisyon vardı. Yapılacak iş her ne kadar benim deneyimimle çok örtüşmese de başvuru için kendimi tanıtan, neden bu işe başvurduğumu açıklayan bir yazı ile birlikte mail gönderdim. Sonrasında onlar da beni görüşmeye çağırdılar. Daha önceki mülakatlarımın aksine bu görüşmeye çok da hazırlanmadan ve önemsemeden gittim. Ne de olsa parttime bir pozisyondu ve aslında çok fazla beklentileri de yoktu. Benim tüm rahatlığıma karşı mülakata 3 kişi olarak girdiler ve gayet tüm özgeçmişim hakkında konuştuğumuz bir saatlik bir görüşme yaptık. Görüşmenin sonunda bu başvurduğum pozisyonun bana uygun olmadığını, operasyonel bir eleman alacaklarını ve benim geçmişimin ve eğitimimin bu pozisyon için çok fazla olduğunu söyleyerek bir şeyler düşünüp döneceklerini eklediler.
Mülakattan bu da olmadı diyerek çıktım ve aynı günün akşamı çook uzun bir mail aldım. Mailin başı genel olarak almaya alışkın olduğum ret mailleri gibi başlıyordu. Dedim tamam ben çok iyiyim ama beni reddediyorlar 🙂 Derken sonunda bana uygun başka bir parttime iş ayarladıklarını ve 16 saat çalışmamı istediklerini belirtip teklif gönderdiklerini gördüm ve havalara uçtum.
22 Ekim’de parttime işime başladım. Sabahları Almanca kursu ile başlayıp, öğleden sonralarım işte İngilizce konuşarak devam ediyor, akşamları da Türkçeye kavuşmanın mutluluğunu yaşıyordum 🙂

Tam olarak 3 ayım bu koşuşturma ile geçti. İlk defa 15 kişilik bir şirkette yaşamanın güzellikleri ve aynı zamanda da eksi tarafları ile arada sıkışmış bir haldeydim. Güzel olan kısım tam bir aile ortamı olması. Herkes birbirini tanıyor, kimse kimsenin arkasından konuşmuyor. Bir işi yaptığında o senin başarın oluyor ve takdir ediliyor. Yani koca koca kurumsal firmalarda kalabalığın içinde herhangi biri olmuyorsun. Kötü tarafı ise maalesef her işi yapan tek kişi var ve benim için en kötü tarafı şirkette tek bir yazılımcı olmasıydı.
Ben analist olarak geliştirilmesi gereken noktaları çıkarıp, süreci çiziyor, yazılımcı için mümkün olan en açık ve kolay hale getiriyordum. Fakat öncelikler hep değişiyor ve sistem sorunları ile uğraşmaktan yeni geliştirmelere zaman kalmıyordu. Bu durumda ben de şirkette ne iş olsa yaparım elemanına dönüyor ve kendimi web sitesi güncellerken, yeni marka için brief yazarkan buluyordum. Gene memnuniyetsizlik ve içinde olduğum durumdaki iyi olan şeyi bulma çabaları arasında kalmıştım ki benim çok düşünmeme gerek kalmadan şirketin sahibi beni çağırdı ve ‘Maalesef sana uygun görevler veremiyoruz. Bu şekilde alakan olmayan konularda çalışmak zorunda kalıyorsun. Yeteneklerini bu şekilde harcamamalıyız’ diyerekten sözleşmeyi bitirmeyi teklif etti ve ben de kabul ettim. Belki de hayatımda ilk defa bir şirketten ayrılma kararını alan ben değildim. Şaşkınlık, üzüntü, aslında iyi oldu gibi değişik duygular içerisinde kaldım gene. Onlar için bu durumda üzülecek bir yan yoktu tabi ki. Almanlar çok mantıkla hareket ettiklerinden böyle konular onlar için alınılacak ya da üzülecek durumlar olmuyor genellikle. Bu şartlar alında iki taraf için de en doğrusu ne ise onu yaptıklarını düşünüyorlar.
Şu anda gene yoga dersleri ve Almanca kursu temposuna dönmüş durumdayım. Almanca B1.2 kursum bitti ve B2 için burada iş bulma kurumunun ayarladığı ve genel olarak iş Almancası odaklı kursa başladım. Sanırım B2.2 yi bitirmeden ve tam olarak ne istediğime karar vermeden ani kararlar alıp başvurular yapmayacağım. Çünkü bir işe başvurmak ön yazı hazırlamak, mülakata hazırlanmak vb. çok zaman alıyor.
Yoga dersleri için de çok daha güzel bir stüdyosu olan başka bir dernekle anlaştım. Bu dernek ile de yoga derslerime gelen çok değerli bir insan aracılığı ile tanıştım. Önce parkta başlamıştık, sonra normal bir sınıfta devam ettik, şimdi çok güzel bir stüdyodayız. Hepsi birer kapı oldu. Her adım diğer adımı getirdi, herkes bir şeylere aracı oldu. O nedenle öğrendim ki uygun koşulları beklemek, tam olarak istediğin ortam olmadı diye adım atmamak yerine, olan koşullarda elinden gelenin en iyisini tüm kalbinle yapabilmek önemli olan. Sonrası kendiliğinden oluyor. Koşullar değişiyor, o istediğin ortamlar oluşuyor. Ama sırasıyla, zamanı geldiğinde, kendiliğinden. Sen yeter ki adım at, istekli ol.

Şimdiye kadar Münih’i ve insanları çok sevdik.
Burada bizim gibi gelenlerden iki tür insanla karşılaşıyorum genellikle: Münih’i çok sevenler ve hiç sevmeyenler.
Almanları çok sıcak ve iyi bulanlar, çok soğuk ve kırıcı bulanlar.
Genellikle sevmek ve sevmemek: iki uç. Ortada ve objektif bakanını çok az gördüm diyebilirim.
Benim bakış açımdan şu anlık her şey çok güzel. Çok tatlı iki Alman komşumuz var. Biz tatile gidince kedimize bakıyorlar, bize gittikleri yerlerden hediyeler getiriyorlar, hep güler yüzlü ve sohbet severler.
Parkta yaşlı Alman amcalar gülümsüyor ve ‘bugün hava ne kadar güzel değil mi?’ diye sohbet açıyorlar. Onlara cevap verip yarım Almanca’mla sohbet ediyorum. En çok da o zamanlar Almanca’mı geliştirmek için daha da motive oluyorum.
Evet belki kuralcılar, ama kurallara uyduğunuzda saygılılar ve güleryüzlüler.
Trafik yok, her yere yazın bisikletle kışın metro ile gidebiliyorum.
Uzun zamandır görmediğim kadar lapa lapa kar gördüm, poşetle kaydım ve karda yuvarlandım.
O nedenle bazen insanların söyledikleri ve şikayet ettikleri şeyler hakkında tam tersi düşündüğümü farkediyorum. Sonra da anlıyorum ki bu benim bakış açım. Ben iyiye odaklanıyorum, iyi için şükrediyorum, güzeli görüyorum. Aynı sorunlar benim de başıma geliyor belki ama ben soruna değil güzel olana odaklanmayı seçiyorum.
Ve belki de genel olarak hayat böyle. Neye odaklanırsan, neye enerjini, dikkatini verirsen hayatın o. Ve hayat da sana o odaklandığın şeyi geri veriyor…
Şimdilik her şey hem biraz zor hem de oldukça güzel. Yazarken tekrardan düşününce anladım ki aslında benim de başıma bir sürü şey geldi, çok zorlandım, her şey istediğim gibi gitmedi.
Ama tüm bunlara rağmen ben güzele odaklanmayı seçiyorum. Güzeli görüyor, hayatıma güzeli davet ediyorum.
Bu yazım fazla uzun oldu. Ee koca seneyi anlatmak kolay olmadı 🙂 Sanırım anlatacak çok şeyim varmış.
Buraya kadar sabredip okuyanlara çok teşekkür eder, öperim.
Diğer yazılarda görüşmek üzere…
Bizi instagram’ da da takip edebilirsiniz.